Anlamak Aşmaktır

Bilim İtaatsiz Olana İhtiyaç Duyar

Home » Alışık olunmayan kötülük – İnsanın İnsanlıktan Çıkması

Alışık olunmayan kötülük – İnsanın İnsanlıktan Çıkması

Bütün bunlardan sonra insanın aklına öncelikle iki soru geliyor.

  • İlki eyyyy!!! Kötüler ne kadar vatansever olduktan sonra ‘’bir cesedi mezardan çıkartıp yakabilir, kadınlara nefret kusup taciz edebilir suçsuz insanları hedef gösterebilirsiniz’’?
  • İkincisi ülkenin geldiği durum ve nereye gidiyor? Kötülüklerinizin bir dibi var mı?

Bir taraf da TV ekranlarında alenen tehditler ölüm listeleri, Kayseri’de vatan sevgisi için cesedi mezardan çıkartıp yakmak isteyen faşist, sosyal medyaya ayar vermek isteyen yerli-milli ve vatansever, yeşil top ve bayrak kullanan yeni Ebabil trolleri. Hesaplarından bütün muhaliflere nefret kusuyor, kadınlara taciz, küfür, tehditler savuruyor insanları hedef gösteriyorlar.

En acınası durum diğer taraf da hak, hukuk, adalet adına bu olanları seyreden bir hükümet, hedef gösterilenleri içeri tıkan bir yargı.

Bütün bunlardan sonra insanın aklına öncelikle iki soru geliyor.

  • İlki eyyyy!!! Kötüler ne kadar vatansever olduktan sonra ‘’bir cesedi mezardan çıkartıp yakabilir, kadınlara nefret kusup taciz edebilir suçsuz insanları hedef gösterebilirsiniz’’?
  • İkincisi ülkenin geldiği durum ve nereye gidiyor? Kötülüklerinizin bir dibi var mı?

Birinci sorudan başlayım. Hannah Arendt ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’ kitabında ısrarla kötülüğün sebebini araştırır. Çünkü Nazilerin 6 milyondan fazla Yahudi’yi canice katletmelerini bir tarifin içine koyamamış geleneksel kötülükten farklı olduğunu ve insanca anlaşılabilir sebeplerle açıklanamayacağı sonucuna varmış, bu yeni suç türünü “radikal kötülük” olarak adlandırmıştır. Sonrasında ise eski Nazi subayı Adolf Eichmann’ın işlediği savaş suçları nedeniyle Kudüs’teki yargılanma sürecine gözlemci sıfatıyla katılmış ve bu dava sürecinde kötülüğe ilişkin yeni bir açıklama geliştirerek “kötülüğün Sıradanlığı” kavramını ileri sürmüştür.

Şimdi ben bu durumda  ‘’bir cesedi mezardan çıkartıp yakmak isteyen faşisti’’ hangi kötülük tarifine koyabilirim. Evet, döven yaralayan, işkence eden daha da olmadı öldürenleri gördük. Ama ’’bir cesedi mezardan çıkartıp yakmak isteyen bir faşisti’’ görmedik buna ne diyelim hangi kategoriye koyalım.

Mutlaka sen de ben gibi yerli-milli vatansever bir dille eğitildin, çocukluğundan beri vatan için öldürmenin asaletini, erdemini, ders ve din kitaplarından öğrendin. Yakmak istediğin yakılmas-ı vacip, bir “homo sacer” olduğunu bildiğini var sayarak, insan savaş da bile düşman dediği insanın ölüsünü yakmıyor. Kaldı ki sen sana öğretilen dinini bile bilmiyorsun. “Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir.” (Muvatta, Cenâiz 15; Ebu Davud, Cenâiz 58-60; İbn Mâce, Cenâiz, 63) Yani diri iken bir kimsenin kemiğini kırmak nasıl caiz değilse ölünün kemiğini kırmak da caiz değildir. Cesedi yakmak da bu kapsamda değerlendirilir. Bir insan, ne kadar vatansever olduktan sonra bir ölüyü mezardan çıkarıp yakabilir?

Soru içinde Soru “Akıl Akıldışı Olur” mu?

Victor Hugo, “Hayvanlar aleminde hiç bir yaratık dünyaya güvercin olarak gelip, sonradan bir leş yiyiciye dönüşmez. Bu yalnızca insanlar âleminde olur “diyor. Kapitalist sistemde milyonlarca insanın kaderini, bir avuç egemen sınıf belirliyor. Bu küçücük azınlık kamuoyunu manipüle etmek için güçlü araçlara sahip. İletişim araçları, basın, radyo ve televizyon yani ‘’sosyal medya’’ dediğimiz tekele sahipler. Bu tekel, sadece şarkısını türküsünü söylemek isteyen ‘’Grup yorum üyesi İbrahim Gökçek’i’’ düzmece iddialarla terörist ilan ediyor. İbrahim Gökçek’in ölümünden sonra, hakkında ifade veren ‘’itirafçı’’  avukatlara yazdığı mektupta ifade tutanağını korku ve baskıyla imzaladığını, sözlerinin çarpıtıldığını, ifadenin doğru olmadığını açıklıyor. Bu durum egemenlerin ve kokuşmuş medyalarının kimleri nasıl ‘’terörist’’ ilan ettiklerinin bir belgesidir. Bizim küçük faşistlerimizin aklı kirada olunca doğal olarak düşünme yetileri yok. Kayseri’de cesedi yakmak istiyorlar. Aynı zihniyet Nazım Hikmeti ülkeden kaçırdı sonra mezarını getirmek istedi. Grup Yorum müzik alanında Türkiye’nin değeridir. Aynı zihniyet Grup Yorum üyelerini açlık grevinde ölüme terkederken kin ve nefret kusan bir gençlik yarattılar. Sizin değerini bilmediğiniz ”İbrahim-Helen-Mustafa” için dünya üzüldü, Yunanistan’da 120 sanatçı Grup Yorum üyeleri anısına dayanışma klibi yayınladı.

Bir de nesillerdir insanlara kurtuluşu öteki dünyada aramalarını öğreten ruhani polisler var. Kökten dincilik, mistisizm ve her türden hurafe, dinsel tarikatların amansız yayılışını görüyoruz. Yeni yüzyıl, bilişim çağı bize yeni teknolojisiyle el sallayıp davet ettikçe, karanlık çağlara doğru en korkutucu geri savrulmalara tanık oluyoruz. İşte bu durumda Hegel’in sözlerindeki gibi, “akıl akıldışı oluyor.”

İnsanın iki temel vazifesinden biri düşünmek diğeri üretmektir. Yakmak isteyen faşist gibi bazı insanların düşünme işine girişmediği, fakat yine de hayatta kalabildiği bir gerçektir. Bunlar, yaptıkları işin tabiatını anlamak için hiçbir gayret göstermeksizin, eğitilmiş hayvanlar gibi başkalarından gördükleri hareketlerin ve duydukları seslerin rutinini taklit ederek bu işi başarırlar. Bunlar kaba kuvvet ve hile yoluyla veya üreten insanları yağmalayarak, soyarak, kandırarak, köleleştirerek, hayatta kalmaya çalışırlar. Neticede bunların hayatta kalması da düşünen, üreten kurbanlarının başarısı sayesinde mümkün olur.   

Şiddet yoluyla hayatta kalmayı deneyen insanlar, hayvanların hayatta kalma yöntemini seçenlerdir. Fakat nasıl ki hayvanlar, bitkilerin hayatta kalma yöntemiyle yaşayamazlarsa, yani sabit bir yerde kalıp, toprağın kendilerini beslemesini bekleyemezlerse; insanlar da, hayvanların yöntemiyle hayatta kalmayı başaramazlar. Çünkü yemleri bir gün mutlaka tükenecek ve bilinçsiz oluşları yüzünden yeni ‘’yem’’ yolları bulamayacak sonları gelecektir. Bunu görmek ve anlamak için tarihe bakmak, herhangi bir kriminalin hayat hikâyesini veya herhangi bir diktatörlüğün tarihini okumak yeterlidir.

Bu durumda elimizde tek bir alternatif kalıyor ‘’insan, ancak insan olarak hayatta kalabilir’’. Hayatta kalma aracını, ‘’yani aklını terk etmeden-aklını kiraya vermeden, kendini insanlık dışı bir mahlûka çevirmeden’’ yaşamayı seçmelidir. İnsan olmak kendiliğinden gerçekleşen bir şey değildir; bir insan, insan olmayı seçerek insan olur. İnsan olmayı seçmek demek; insanları din, dil, ırk, renk, görüş, etnik köken, ayrımı gözetilmeksizin sevmektir.

İkinci Sorum Ülkemiz nereye gidiyor Kötülüklerinizin bir dibi var mı?

Konuya yine Hannah Arentd’den devam edersek, Holocaust bizim modern akılcı toplumumuzda, uygarlığımızın yüksek sahnesinde ve insanoğlunun kültürel zaferinin zirvesinde doğmuş ve uygulanmıştır. Altı milyon Yahudi gaz odalarına gönderilmeden önce devletin ‘’üst aklı’’ tarafından değişik senaryolar üzerinde çalışılmış. Eichmann bir yılını harcayarak Madagaskar projesi üzerinde çalışmış. Bu projede, denize dökmek, karaya çıkarıp bırakmak hepsi düşünülmüş mesafenin uzaklığı, taşımanın çok miktarda gemi gerektirmesi, maliyetin yüksekliği dolayısıyla projeden vazgeçilmiş.

Silahla öldürülmelerine karar verilmiş. Bir araya toplanmış kurbanlar makinalı tüfeklerin önüne getirilir ve doğrudan hedefe atışla öldürülürdü. Ama silahların, öldürülenlerin düşeceği çukurlardan alabildiğince uzak tutulması atıcıların ateş etmeyle öldürme arasındaki bağlantıyı görmemesi çok zordu. Soykırımı yönetenlerin, bu yöntemi hem ilkel, verimsiz, hem de faillerin morali açısından olumsuz bularak bu usule son vermişler. Bu yüzden katilleri kurbanlarından optik açıdan ayıracak başka cinayet yöntemleri araştırılmış. Aranan kan ‘’üst akıl’’ tarafından bulunuyor önceleri seyyar, sonra sabit gaz odalarının keşfi. Naziler için bu metot en mükemmel olanı “çabuk ve acısız” bir ölüm ve gaz odalarına da “banyolar” adı verilerek hem çekici hem de içeri girilmesi kolaylaştırılmış. Üst akıl en ince ayrıntılara kadar düşünmüş katilin rolünü de kolaylaştırmış. Katilini bir binanın çatısındaki deliğe bir torba “dezenfeksiyon ilacını” boşaltan ‘’bahçıvan’’ ya da hastasına narkoz veren bir “sağlık memuruna” indirgemiştir.

Yazımıza Hilberg’ den bir alıntı yaparak devam edelim; “Unutmamak gerekir ki soykırıma katılanların çoğu, Yahudi çocuklara kurşun sıkmış ya da gaz odalarına gaz vermiş değildir… Çoğu bürokrat notları düzenlemiş, taslakları hazırlamış, telefonda konuşmuş ve konferanslara katılmıştır. Onlar sadece masalarında oturarak tüm bir halkı yok edebilmişlerdir’’.

Görüldüğü gibi aydınlanmanın, modernitenin yaşandığı bir Avrupa’da alışık olunmayan kötülükler ‘’devlet erkânı bir üst akıl’’ tarafından organize ediliyor ‘’akıl akıl dışı oluyor-insan insanlıktan çıkabiliyor’’ Ohalde bu sorun devletin, toplumun, uygarlığın ve kültürün bir sorunudur.

Ülkemizin gelmiş olduğu durumu yazmayacağım bunu 80 milyon insan her gün yaşayarak görüyor, iliklerine kadar hissediyor. Toplumsal yaşam, özünde bir pratiktir. En basit bir ekonomi yazarı ben bu yazıyı ‘’ceza almadan’’ nasıl noktalarım onu düşünüyor. Düşünenler üzerine yapılan bu uygulama düşünen beyinleri felç ediyor. Elbette “insanlar kendi tarihlerini kendileri yapıyor, ama keyfi olarak kendilerince seçilmiş koşullar içinde değil, doğrudan doğruya mevcut yaşam koşullarından ahlak, din, metafizik ve devlet-ideolojisinden geçmişten devralınan, verili koşullar içinde yapıyorlar bunu.”

Burada amaç, devletin ve insanların bu düşüncelerinin nereden geldiğini göstermektir. Düşüncenin ve bilincin kökeni bilimsel olarak açıklanırsa, hem insanlar hem devlet kendi pratiklerini de apaçık görebileceklerdir. Ahlâk toplumsal gelişmenin bir ürünüdür, değişmez bir şey değil, toplumsal çıkarlara hizmet eder. Kişinin davranışlarını belirleyen karakteri değildir; içinde bulunduğu durumdur.

Wilhelm Reich. Dinle Küçük Adam kitabı girişinde ‘’Sevgi, çalışma ve bilgi yaşamımızın tükenmez kaynaklarıdır. Dolayısıyla, yaşamı onların yönetmesi gerekir’’ diyor. Çok doğru sözler ama bir ülke, bir toplum insanlarına bu değerleri öğretemiyorsa o ülkede insanlar ölüleri mezardan çıkarıp yakmak isteyebiliyorlar. O ülkede hapishaneler tıklım tıklım doluyor ama ‘’devlet’’ bunu kendine soramıyor.

Bir devlet düşünün sadece son 25 yılda 17 bini aşkın faili meçhul cinayet işlemiş, tarihi sadece ulusal çıkarlar adına işlenen cinayetler tarihidir. Kurulduğundan bu yana Kürt, Türk, Ermeni, Rum, vs. demeden devamlı düşman yaratıyor kendi kimliğini taşıyan vatandaşlarıyla savaşıyor.

Aynı devlet bu geçmiş tarihten hiç bir ders almadan aynı hatalara devam ediyor, ülkeyi yaşanmaz hale getiriyor, getirenlerin sırtını sıvazlıyor. Halk iradesini hiçe sayarak kayyumlar atıyor, muhalifleri sorgusuz sualsiz tutukluyor, bilimi küçümsüyor aydınları ülkeden kaçırıyor. En kötüsü de bütün bu yaptıklarını rasyonalize etmek için akla gelmeyen kılıflar uyduruyor, inanılmaz entrikalara başvuruyor. “Hedef gösteriyor, suç uyduruyor ve tutukluyorlar” Peki, bütün bunlar halk nezdinde karşılık buluyor mu? Kesinlikle hayır yaptıkları hatalar ‘’güneş tutulmasına benziyor’’ herkes tarafından görülüyor. Bırakın muhalefeti artık AKP’nin kendi seçmeni de korku ve bezginlik içinde.

Daha da zor soru halkımızdan geliyor; peki böyle bir devlet ve sahiplerinin nasıl bir ruh hali olur, böyle bir devlet ve yönetenleri, ne kadar kötülüklere müsaade ettikten sonra normale dönebilir?

Oysa bilmeliler ki siyasal hayatta, en faşizan koşullarda bile muhalifler için çare tükenmez. Antonio Gramsci’nin hegemonya kuramı, bize salt şiddet aygıtlarına yaslanan iktidarın sürdürülebilir olmadığını, meşruiyetini yitirenlerin yıkılmaya mahkûm olduğunu öğretiyor. Gramsci Hapishane Defterlerini, Mussolinin faşist zindanlarında bir siyasi tutsak olarak yatarken geliştirdi, mutlaka ondan öğrenilecek çok şeyler var.

Yanlış bir argümanın ilacı, daha iyi bir argüman üretmektir, fikirlerin bastırılması, aydınların ülkeden kaçırılması değil. Eğer bir ülkede ‘’kötülük sıradanlaşıyorsa-suç oranları artıyorsa-mezardaki ceset yakılmak isteniyorsa’’ bunun ilk sorumlusu yönetenlerdir. İnsanlar şartların ve eğitimin mahsulüdürler. Bundan dolayı da, değişen insanlar, başka ‘’değişen’’ şartların ve değişen bir eğitimin mahsulüdürler. Milgram’ın deneylerinden çıkan sonuçlarda ‘’Zalimliğin kökeninde karakterden çok, toplumsal nedenler vardır.’’ Elbette Yaşama hakkı en temel insan hakkıdır bunu sağlamak, bu hakka saygı duymak yönetenlerin birinci derecede sorumluluğu ve vazifesidir.

Anlamak.org

Name of author

Name: webmaster

%d blogcu bunu beğendi: