Siz Profesörler
Yazının başlığı bana toprağı ve çiçekleri bol olsun ‘’İlhan Arsel’in Biz Profesörler’’ kitabını anımsattı. Ben bu kitabı öğrencilik yıllarımda okumuştum. Arsel 1977 yılında üniversiteden istifa ederken şöyle der: ‘’ Bana öyle geliyor ki biz öğretim üyeleri, içimizde hiç kuşkusuz pek iyilerimiz bulunmakla beraber, pek çoğumuz yetersiz ve bilgisiz kimseleriz. Dar görüşlülüğümüz ve tutuculuğumuz her türlü tanımlamanın dışında kalır. Bizler çağdaş anlamda üniversite öğrencisi yetiştirecek olgunluktan çok uzağız; yetiştirdiğimiz insanların ne kez düşük bilgiler ve zihniyetle bu toplumun başına bela olduğunu her gün görmekteyiz. Ülkemizi her gün biraz daha uçuruma yaklaştıranlar da bu bizim yetiştirdiklerimizdir. Şu muhakkak ki bizlerin, kendi kendimize çeki düzen vermemiz, kendimizi geniş görüşlülükler ve gerçek bilgilerle donatmamız ve asıl önemlisi medeni cesarete sahip, sağlam karakterli kişiler olarak topluma ve yeni kuşaklara ideal örneği olmamız, emsal sağlamamız ve kısacası haysiyetli aydınlara yaraşanı yapmamız, aklımızı başımıza toplamamız koşuldur. Bundan dolayıdır ki bizler, en insafsız, en sert ve hatta en abartmalı biçimlerde yerilmeli, başkalarına çuvaldızı batırmadan önce iğnenin kendimize batırılmasını beklemeli ve bizi yerenleri baş tacı etmeliyiz. Bu yermeleri, bu iğnelenmeleri göze aldığımız ve buna müstahak bulunduğumuzu kabul ettiğimiz an, olumlu yönelişe ilk adımı atmış sayılırız.’’
15 Temmuz öncesi ve sonrası ülkemizde yaşananlar akademisyenlerimizi ilgi odağı yaptı.
15 Temmuz bir sonuçtur. Ülke 15 Temmuz’a AKP nin 14 yıllık iktidarında yapmış olduğu somut hatalarla geldi. Demokrasi, barış ve AB vaadetti gericilik ve zulüm pompaladı. İşçilerin, emekçilerin, kadınların, öğrencilerin, muhaliflerin payına sadece acı, gözyaşı, ölüm düştü. İçerde siyasetin kırbacı kullanıldı, ordu, polis, yargı, medya ele geçirildi. Kindar ve dindar nesil kararı ile halk ikiye bölündü. Fetö devlet içinde AKP sayesinde yapılandı, böyle bir hata aldanmışız diyerek geçiştirildi. Yağma, talan, gerici eğitim, kadın düşmanlığı, cinsel tacizler arttı. Yoksulluk kader oldu, ülke hiç görülmemiş derecede emekçi cehennemi oldu. ‘’Barış’’ dediler savaşı körüklediler. AKP ne yaparsa doğrudur mantığı ile farklı düşünen Akademisyen, gazeteci, seçilmiş siyasiler hapse gönderildi. Yolsuzluk ve rant ekonomisi, işsizlik artarken, paranın değeri düştü, cari açık büyüdü. Dışarda sınırlarımız savaş alanı oldu. Dış politika dibe vurdu, ortadoğu bataklığına girerken dost bir komşu kalmadı.
İster Mehmet Uzun’un dediği gibi,“kelimelerin çok pahalı olduğu bir toplumda yaşayın’’, isterseniz Cemil Meriç misali ‘’düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı” bir coğrafya da yaşayın netice hiç değişmiyor. Yukarda yazılan somut koşulları, bırakın okumayı sokağa çıkan her insan görür. Sokak görülen ve ortada olandır, sokak ortada durandır. Sokakta olanları gizleyemezsiniz, sokakta olanlara bir kılıf geçiremezsiniz. Akademisyenlerimiz sokak koşulları karşısında üçe ayrıldı.
Bütün demokratik, hukuk ihlallerine karşı olup, savaşa karşı barışa imza atarak yerinden yurdundan işinden olup hapse girmeyi göze alanlar. Tıpkı, beğenmediği bir yasayı protesto ettiği için hapse giren Waldo Emerson’un, “niye hapistesin” diye soran arkadaşına, “sen niye değilsin” diye sorması gibi karanlığı görüp ışık tutanlar. Otariteye boyun eğmeyip dik duranlar, sizlere saygı duyuyorum.
Bu somut gerçekleri gördüğü halde korkudan kış uykusuna yatanlar, kirli kalma pahasına suya sabuna dokunmayıp aydın olma misyonundan çok uzak, ama aydın sıfatı taşıyanlar.
Otoriter rejimler genelinde en korkakları, en ikiyüzlüleri, en açgözlüleri vitrine çıkarır insanların gözünün içine sokar. Bilim ve bilimsel düşünceyi bir kenara bırakarak bir TV-kanalından diğerine koşturup iktidar borazanı öttüren güce, paraya, mevkiye tapınanlar. Yaşama gözlerini kapayarak değil haksızlığa gözlerini yumarak hergün ölenler.
Bilim İnsanı nasıl olur?
Büyük Lizbon Depremi, 1 Kasım 1755 günü meydana gelen tarihteki en yıkıcı depremlerden biridir. Şehrin yüzde 85 i harap olmuş 60.000 ile 100.000 kişi arasında tahmini ölü vardır. Papa depremin nedenini Tanrısal iradeye bağlayan bir bildiri yayınlarken, Voltaire jeolojik bir olay olarak sunar. O dönemde papaya karşı gelmenin Voltaire ters düşmenin ne demek olduğunu çok iyi bilen J.J. Rousseau bilim adına düşüncelerini açıklamaktan çekinmez. Depremi hâlâ tanrısal iradeye bağlayan Papa’nın yalanını da; Papa’nın deklerasyonundaki yalanı vurgulayan ama olayı yalnızca jeolojik bir olay olarak sunan Voltaire’in yalanını da fark ededip yaşanan depremin toplumsal sistemin ürünü olduğunu, çünkü yıkımın ve ölümün gelip yoksul mahallelerin başına çöktüğünü gören bir düşünürün yalnızlığıdır. Rousseau’nun yaptığı daha 18. Yüzyılda halkın “depremleri”, “çöküntüleri” yalansız dolansız anlaması için bir bilim insanı sorumluluğudur.
Fransız savaş uçakları bağımsızlık savaşı veren Cezayir halkının üzerine ölüm kusarken, Paris’te bir hukuk profesörü ağır adımlarla kürsüye çıkar ve çok sevdiği öğrencilerine, ”Bağımsızlıklarını isteyen Cezayirlilere işkence eden böyle bir yönetim altında profesörlük cüppesini giymekten utanıyorum…” dedikten sonra, çıkardığı cüppesini kürsüye bırakıp anfiden çıkıp gider. Fransa 1960 yılında tam 360 bin askerle Cezayir’deki bağımsızlık savaşını en kanlı biçimde bastırmaya çalışır. Bu olaydan yaklaşık 57 yıl sonra halen ülkemiz üniversitelerin özerkliği savunulamayıp seçilmiş rektörün atanmamasına tepki gösterilmiyorsa orada akıl özgür değildir.
Şırnak’da 14 Mart 2016 da uygulanmaya başlanan sokağa çıkma yasağı, tam 8 ay sonra Kasım 2016 ortalarında sona eriyor. Şırnak’ta 2 bin 700 bina yıkıldı, 14 bin 727 bina da hasar gördü. Şırnak halkı evlerine dönebilirler dendi ama Şırnak’ta dönecek ev ‘kalmamış’ evlerini arayanlar moloz yığını ile karşılaştılar. Savaşlar yakar, yıkar toplumu aç susuz, evsiz bırakır. İnsanlar ‘’evsiz’’ kalmamak için savaşa karşı çıkarlar.
Burada bilim uğruna bedel ödeyen ama halen tarihin altın sayfalarında yer alan bilim insanlarını saymakla bitiremeyiz. 2 Ocak 1561’de doğan Francis Bacon, Kraliçe 1. Elizabeth’in adalet bakanı Nicholas Bacon’ın oğludur. Bugün onun babasını kimse tanımaz ama Francis Bacon’ın ölümünün bilim uğruna olduğunu herkes bilir. İtalyan filozof Galileo dünya dönüyor sözü ile kiliseyle ters düşüyor, Engizisyon mahkemesinde yargılanıyor. İtalyan fizikçi Giordano Bruno Evrende, Dünya’dan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi. Aykırı görüşler beslediği için Roma’da kazığa bağlanıp, diri diri yakıldı. Roger Bacon. Büyüteci bulan ilk olarak tarihe geçti. Fransisken öğretisini eleştirdiği için 15 yıl hapis yattı. ‘’Savaş kimin haklı olduğunu değil kimin geriye kalacağını belirler’’ diyen Bertrand Russell 1916 yılında kendi ülkesinin kazanacağı 1. Dünya savaşına karşı çıktığı için görevinden uzaklaştırılır altı ay hapse atılır. Aynı Russell 1950 yılında Nobel Edebiyat ödülü ile onurlandırılır.
Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar, bilim aykırı gitmektir, bilim insanı Sokrates, Galileo gibi sürüden ayrılmaktır, bilim alıp kabul edip tabulaştırmak değil, bilim neden niçin sorularını sormak, analiz sentez yapmak şüphelenmektir. Bilim dünyada böyle ilerliyor, bunlardan habersiz olanlar doğrunun ölçütünü kafalarının içi zannederler.
Bir insan bir tanrıya inanıyorsa (dünyada tanımlanmış binlerce tanrının olduğunu biliyoruz), diğerlerinden daha iyi olduğuna inandığı bir dini varsa, bir ırkın üstünlüğüne inanmış ise, bir ekonomik modelin evrensel olduğunu savunuyorsa, bir idari sistemin en iyi idari sistem olduğunu inanmış ise, o kişinin tarafsız davranması, evrensel düşünmesi ve kendini geliştirmesi, en önemlisi tüm dünya insanları için aynı etkinlikle yararlı olması beklenemez. Böyle bir insan bilim insanı olamaz çünkü, insan hem kul olup hemde aklını istedigi şekilde özgür kullanamaz.
Ahlakın iktidarı İktidarın Ahlakı
Ahlak bütünüyle insana ait bir alandır ve insan dışındaki türlerin hiçbirinde davranış, düşünce ya da seçimlerini bilinçli olarak yaptıkları görülmemiştir. İnsan türü bu anlamda kesin olarak eşsiz, beyin ve davranış açısından muhtemelen yeryüzündeki en karmaşık türdür.
Bu başlığı neden attım? Meclis’te kıran kırana tartışılan, bir gece yarısı operasyonu ile karanlıkta geçirilmeye çalışılırken ışıkları açık unutanlar ‘’tecavüz et-evlen-serbest kal’’ yasasında suç üstü yakalandılar. Bu yasa AKP oyları ile meclisten geçti, aşırı tepki sayesinde tasarıyı komisyona alıyoruz dediler ama çöpe atamadılar. Bu utanç yasası düşünenlerin hapse atıldığı bir ülkede 4 bin sapığa tahliye yolu açacaktı.
Burada yasanın içeriğine girmeyeceğim adı üstünde yasayı savunanların ne hallere girdiklerini yazacağım. Yasayı AKP milletvekilleri, Bakanları Meclis’te “Küçüğün rızası mağdur edebiyatı” üzerinden savunurken aynı anda AKP milletvekili adayı Vahdettin İnce CNN ekranında 13 yaşında çocukların evlendirilmesini istiyordu.
‘’Çocuk yaşta evlilik zaten ömür boyu tecavüzdür ama AKP’nin mağdurlarına bakalım.’’
13 veya 15 yaşındaki çocuğa tecavüz ettin sonra gidip imam nikahı kıydın kız da mahkemede öldürülme korkusuyla rızam vardı dediğinde işte o zaman nefes almayı bile hak etmeyen adam bozuntusu ceza almadan kurtulacak ve hayatı boyunca o kadına tecavüz edecek.
Çocuklarını para karşılığı istismarcılara teslim eden kişiler de evliliğin gerçekleşmesi halinde cezadan kurtulacak. Aileler çevrelerinde toplumsal tepki de olmadığından kız çocuklarını belirli bir para karşılığında erken yaşlarda evlendirme yoluna daha sık başvuracaklar.
Korku varsa rıza yoktur. Tecavüze uğrayan çocuklar, baskıyla rızaları olduğunu söyleyecekler! Hakimler, 13 yaşında çocukların 40 yaşındaki istismarcılarla rızalarıyla birlikte olduklarına hükmedebilecekler.
Çocuklar, evlendirildikleri kişiler tarafından sosyal çevrelerinden, okuldan koparılacak. 15-19 yaşlarında anne olan genç kızlarda hamilelik ve doğum birinci sırada ölüm nedeni olacaktır.
Meşhur Mardin’de N.Ç. davası ile hafızamızı yenileyelim. 13 yaşında bir kız çocuğuna tecavüz eden 28 kişi, göstermelik cezalar almıştı. Gerekçeli kararda “N.Ç.’nin rızası vardı” ifadesi yer aldı. 13 yaşında bir kız, kendi isteğiyle nasıl 28 kişiyle birden cinsel ilişkiye girebilir, bunu aklı başında olan hiç kimse izah edemezken, aynı düşünce bugün yine sahnede.
Aynı düşünce diyorum, MÖ 1700 civarında Babil halkını kontrol etmek amacıyla yazılan Hammurabi Yasalarının da gerisinde kaldı. O dönem yasada en önem verilen konuların başında aile yaşamının düzenlenmesi gelir. Zina, miras bırakılması ve dağılımı, evlat edinme, ihmalkarlık gibi aileyi doğrudan ilgilendiren tüm konular yasalarla düzenlenmiştir.
Utanç yasası Türkiye’nin çok yerlerinde protesto edildi. Bunlar arasında öyle bir yer vardı ki izlerken sanki kanım dondu. Samsun’da “tecavüzü meşrulaştıramazsınız” diyen 11 kadın saçlarından yerlerde sürüklenerek gözaltına alındı. Ne ilginçtir bir tarafta tecavüzcüye karşı duruş sergileyen kadınlar, diğer tarafta bu kadınları yaka paça götüren ‘’kadın polisler.’’ Bana 1960 yılında soykırım suçundan yargılann bir SS subayı olan Otto Adolf Eichmann’ın mahkeme savunmasını anımsattı. Mahkemeyi izleyen Hannah Arendt Kötülüğün Sıradanlığı isimli kitabı yazarken Eichmann için bana “kötülüğün sıradanlığı” (banality of evil) kavramını icad ettirten adam der. Gestapo Yahudi ofisi yöneticisi olarak Avrupa’nın her tarafından getirilen yahudileri toplama ve imha kamplarıa nakletmekle görevli olan Eichmann, mahkeme savunması sırasında kullandığı jargon, dili sığ ve sıradandır, sürekli basmakalıp cümleler kullanır ‘’kendisinin sadece yasalara uygun davranan, devletin verdiği görevleri yerine getiren bir yurttaş olduğunu söyler.’’ Hannah Arendt ise kitabında Eichmann için “klişe olmayan tek bir cümle bile kurmaktan aciz” gözlemlediğim tek şey “kör bir itaat” der.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan’ın çoğunuz bilir. Ben ismini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘’bir adam gibi, bir de madam gibi ölmek var’’ sözlerini düzeltmeye çalışırken duydum. Bakan ‘’Türk kadını adam gibi ölmesini çok iyi bilir’’ derken bu sözlerin ‘’Anadoluda bir deyim’’ olduğunu ekleyerek yeni çamlar devirdiğinin farkında olamaz. Yaşatmak varken, neden hep ölmek öldürmek, ille de ölecekse Türk kadını, kadın gibi ölmek varken neden adam gibi ölsün? Siz de bir kadın olduğunuza göre birilerini düzeltme pahasına neden kadınları aşağılar ve ikinci sınıf görürsünüz. Sizi bilmem ama ben anadolunun göbeğinden geliyorum. ‘’Bu Anadoluda bir deyim değil’’ aksine sokak lumpenlerinin ağız dalaşında birbirlerini aşağılamak için kullandıkları bir laftır. Bakanımız taciz yasası için düşüncelerini şöyle söylüyor. ‘’Konuyla ilgili kamuoyunda oluşan rahatsızlıkları dikkate alarak, söz konusu düzenlemeyi toplumsal mutabakatla hayata geçirmek istiyoruz.’’ Yani siz gece yarısı geçirmeye çalıştığınız yasayı ‘’kamuoyu’’ uyumuş olsaydı içinize sindirerek geçirecektiniz.
Ne yazık ki şu an ‘’ne olsa gider’’ çağında yaşıyoruz. Toplum için ahlak yasası önergesi verenler öncelikle kendi ahlaklaklarını sorgulasalar daha iyi ederler.
anlamak.org