İlahiyatçı profesörler FETÖ yapılanmasını anlattı
Malum 15 Temmuz darbe girişimi bizleri TV kanallarına kilitledi. Türkiyeli aydınlar kanaldan kanala koşarken darbe, demokrasi, hukuk, yargı, askeri ve dini yapılanmaları tartıştılar.
31 Temmuz CNN-Türk’te İlahiyatçı profesörler ‘’Mustafa Öztürk-Hayrı Kırbaçoğlu-Ergün Yıldırım-Hilmi Demir’’ moderatör Didem Arslan Yılmaz’ın konuğu oldular. Konu; halen darbe şoku ve Fetö örgütlenmesi idi. Can alıcı ve akıllara durgunluk veren soru ilkokul diplomasını bile dışardan girerek alan bir kişinin devlet kadrolarını işgal edercesine bu derece güçlü bir örgütlenmeyi nasıl sağlamıştı?
Bu sorunun yanıtına geçmeden önce, bugüne kadar darbe konulu izlediğim programların en yararlısı diyebilirim.
Önce izlediğim programlarda aydın ve aydınsımı görünenler beklentilerime yanıt vermedi. Bilimsellikten öte maç anlatır gibi olanları anlattılar hâlbuki onları bizde TV’lerde izleyip, medya da okuyarak bilmemize rağmen, konuları tekrar Türkçe tercüme etme lüzumsuzluğu gösterdiler.
Belki de günümüzün en belirgin aydın sorununu sergilediler. Yaygın olan toplumcu yapının altında ezilerek bireyci yapıyı görüş ve düşüncelerini sergileyemediler. Neydi bu yaygın toplumsal yapı ‘’din, dil, ırk’’ yapay bağlayıcı ögelerin dışına çıkamadılar. Bu bağlayıcı öğelerin, aslında, insanları hem birleştirme hem de ayırma özelliği vardır. Bu toplumcu yapının, bireyleri ezmeleri aslında güçlü ve haklı bir fikre dayanmaktan ziyade, nicelik bakımından çoğunluk olan toplumcuların görüşleriydi. Aydınlar neden bu toplumcu görüş altında ezildiler?
Bir örnekle açıklayacak olursak kendisine mikrofon tutulan vatandaş; “Zorunlu din dersi anaokulundan başlamalı mı” sorusuna, “çocuklarımızın dinimizi öğrenmesi niye kötü olsun” diye yanıtlıyor. Bu durum yüzde 95 Müslüman olan ülkede toplumsal görüş gibi görünüyor.
Buna karşılık mahallesinde çocuğunun oynadığı parka cami yapılma isteği karşısında aydınımız ise; “camiye karşı değiliz ama burası çocuk parkı, sit alanı,” falan diyerek “düşüncelerini dinci tepkiye bulaşmadan” söylemek için, bin dereden su getiriyor. İşte buda baskı altında bireyci aydın görüşü.
Sanırım insanlık ve gelecek için en tehlikeli olanı da buydu. Yanlış değerler üzerine kurulmuş kültürel birikimin yeni nesillere aktarılmasıdır. Görüldüğü üzere de toplumcu yapı yeni nesillere aktarılan en önemli kültürel birikimdir. Ancak bunun yanlış değerler üzerine mi, yoksa doğru değerler üzerine mi kurulduğu uzunca tartışılması gereken bir konudur.
İşte bu noktayı ilahiyatçı profesörler tartışmasında daha net bir şekilde gördüm. İlahiyatçılarımız uzun uzun Fetö örgüt yapılanmasını anlattılar ama bu anlatımdan çıkan bir ana fikir vardı.
Öncelikle bir kaos yaratmak ve o kaosu düzeltmeye talip olmak “Din elden gidiyor” Din elden gidiyorsa bu dine sahip çıkıp onun elden gitmemesini sağlayacak dini lider olmak. Hele de bu toplumun kültürel belleğinde “Müceddit, Mehdi, Asrın İmamı” vs. gibi pek çok kurtarıcı figür varsa. Bu unvan ile ortaya atılan herkesin oldukça büyük destek ve taraftar bulması kaçınılmaz oluyor.
Büyük kentlere okumaya gelip, barınma sorunları ile karşılaşan taşralı öğrencileri “kazanmak” için, özel yurtların yansıra “ışık evleri” adını verdiği tarikat evlerini kullanıyor. Bu evlere 12 – 18 yaş arası çocuklar alınıyor, gençler sistemli olarak “telkin” altında tutuluyor, mitik, teolojik eğitim, namaz kılma, belirli televizyon kanallarını izleme, verilen vaazlara katılma şart koşuluyor. Fethullah Gülen’in kasetleri dinletiliyor bir nevi ipnoz, beyin yıkama gerçekleştiriliyor.
Işık evlerin de kalan öğrenciler, mezun olduktan sonra da bağlantılarını koparmıyor. Gülen’in çeşitli okullar, vakıflar yurtlar aracılığıyla sahip olduğu öğrenciler, önce yüksekokullara sonra devlet kadrolarına, askeri-polis-yargı da üst kademelere yerleştiriliyor. Bu kadrolara yaptırılan kirli işlerle suça ortak edilerek korkutuluyor, örgütten ayrılmaları engelleniyor.
Peki dini veya bir inancı veya bir ideolojiyi bu kadar tehlikeli yapan şey neydi? İşte ilahiyatçı profesörlerin ortak vurgusu dini eğitimin insanları korkutarak, körelterek, bağımlı yapmasıydı. Bu sistemin bütün dinler için ve Türkiye’de dini eğitim yapan bütün vakıf, kuran kursları için geçerli olmasıydı.
Aynı konu Hegel’in köle-efendi diyalektiğinde, cesaret gösterip de kendisini karşısındakine kabul ettiren bilincin efendi bilinci olduğunu, korkarak geri çekilen bilincin ise köle bilinci olduğunu belirtir.
Dinsel bilgi Tanrısaldır ve doğrudur
Fetullah’ın aslında bu kirli çamaşırları ortaya çıkmasaydı, o kendini hâlâ “müceddid” diye yutturmaya ve gençlerimizi zehirlemeye devam edecekti.
İlahiyatçı profesörlerin Fetö örgütünü anlatırken farkında olarak veya olmadan örgüt üyelerinin bu derece körelip halkına silahla saldırmalarını yukardaki dini eğitimle bağdaştırdılar. Demek ki bilgi dinsel olunca o bilgi doğru ve inanç da mutlak oluyor.
Örneğin, Yahudilerin kutsal kitabı Eski Ahit’te (Yeşu, 6. Bap, 16-24. Ayetler) Musa’nın varisi Yeşu’nun Tanrının emriyle Eriha kentini nasıl yakıp yıktığı konu edilir. Bu ayetlerde Yeşu ve adamlarının, Tanrı buyruğu ile kentteki “erkek kadın, genç yaşlı herkesi”, hatta ”büyükbaş hayvanlara, eşeklere dek ne kadar canlı varsa” hepsini kılıçtan geçirdikleri ve kentin içinde (altın ve tunçlar hariç) ne varsa yaktıkları anlatılır. İsrailli psikolog George Tamarin, 1966 yılında 8 ile 14 yaş arası, binin üstünde İsrailli Yahudi öğrenci üzerinde şöyle bir inceleme yapar: Bir grup çocuğa Eski Ahit’ten bu dehşet verici kısımlar okunur ve çocuklardan Yeşu’nun davranışını doğru bulup bulmadıklarını işaretlemeleri istenir. Seçenekler ise “tam onay”, “kısmen onay” ve “tam ret”. Ayrıca kararlarını yazılı olarak kısaca gerekçelendirmeleri istenir. Bu grupta bulunan çocukların %66′sı Yeşu’nun katliamlarına tam onay verir, %8′i kısmen onay verir ve %26′sı tamamen reddeder. Yeşu’nun bu korkunç soykırımını onaylayan çocukların hemen hemen hepsi gerekçe olarak tanrının iradesine atıfta bulunur. Tamarin, aynı deneyi başka bir grup İsrailli Yahudi çocuk üzerinde daha yapar: Bu gruba da yine aynı hikâye, fakat Tevrat’tan değilmiş gibi ve sadece ‘Yeşu‘ ismi yerine ‘General Lin‘ ve ‘İsrail‘ yerine ‘Çin İmparatorluğu‘ koyarak okunur. Bu grupta ise, çocukların %75′i Lin’in davranışlarını tamamen reddeder ve sadece %7′si tamamen onaylar.
Görülüyor ki, normal şartlarda çocukların büyük çoğunluğu, böylesi vahşi ve barbarca bir soykırımı reddetmeye niyetli. Fakat aynı soykırım kendi tanrılarının iradesi olarak düşünüldüğünde çocukların çoğunluğu soykırımı doğru buluyor. Bu bize, tanrı ile ahlâk/adalet doğru bilgi ilişkisinin ne tür bir ilişki olduğunu yeterince gösteriyor.
Aynı şekilde düşünün ki, bir adam “dün gece rüyamda tanrı bana çocuğumu öldürmemi buyurdu, bu yüzden ben şimdi masum oğlumu keseceğim” diyor ve buna teşebbüs ediyor. Normal şartlarda bu adamı engelleriz, bir psikiyatrik destek alması gerektiğini düşünür hatta mahkûm edilmesi için şikâyette bulunuruz. Ama bu anlatımdaki başrolü İbrahim Peygamber oynuyorsa ve hikâye Yahudiler için Tevrat’ta (Tekvin=Yaratılış, Bap 22) ya da Kuran’da (Sâffât/101-111) geçiyorsa, o zaman bu davranışı yüksek ahlâka ve imanın hikmetlerine dair eşsiz bir ilahî mesaj olarak görmeye çalışırız. Hatta daha da ileriye giderek ‘’ İbrahim’in nasıl da Allah’a tam itaat ettiğini, kayıtsız ve şartsız bir teslimiyet adına tüm ‘sıradan’ ahlaki ve duygusal çekincelerini çöpe attığını, ne kadar üstün bir kul olduğunu överek göklere çıkartırız.
Yukardaki üç örnekte de görüldüğü gibi, bilgi tanrısal olunca mutlak doğru oluyor düşünmenin sorgulamanın bir gereği olmuyor hatta sorgulanması günah oluyor. Bilgi tanrısal olunca kayıtsız ve şartsız bir teslimiyet ve görevi hiç düşünmeden yerine getirmek gerekiyor.
Israrla bir kere daha Wilchem Reich sözlerini anımsayalım, ‘’Akıl dışı, ideolojik bir ortamda yetişen insanlar, akıldışı «kişilik yapıları» kazanırlar.
Peki, bütün bunlardan sonra şöyle bir soru sormaya hakkımız yok mu?
Neden ısrarla çocuklara dini eğitim, bizi yönetenler ne kadar samimi?
Canlı bomba olma ayrı bir yazma konusu olsun ama normalinde insanoğlu ölmeye değil, yaşamaya programlıdır. Bütün canlı bombalara bakın her meslek grubundan insan var. Sadece işsiz, güçsüz, zihinsel problemli deyip işin içinden çıkamayız çok zeki ve mesleki başarılı olanları da var. Ortak olan tek nokta, ortak olan tek hikâye hepsi tek yanlı dini eğitim girdisi ile yüklenmiş, yani “telkin” faktörü, sorgulamaktan uzak, itaatkâr, hayır diyemeyen, öldüğünde ve öldürdüğünde cennetle mükâfatlandırılmaya inandırılmış olması.
Burada somut örnekler vererek konuyu anlatmaya çalışıyorum, tarihe bakalım en büyük insanlık kıyımları, en büyük savaşlar din savaşları peki, bunları bizi yönetenler bilmiyor mu? Biliyorsa neden hala ısrarla ilkokullara dini eğitim isteyerek gelecek nesil köreltiliyor.
- Yüzde 95 i Müslüman olduğu söylenen bir ülkede din üzerine politika yapmayan bir partinin başa güreşme şansı yok. Politikacı kendi çıkarları için toplumsal geleceği kuma gömebiliyor.
- Din, dogmatik özelliğinden dolayı bireyi ezber yoluyla koşullandırmak zorunda. Öyleyse bireyi şartlandırmak istiyorsanız erken başlamakta yarar var. Ne kadar erken başlarsanız o kadar başarılı olursunuz.
- Yönetenlerin çoğunluğu bulundukları mevkilerin gereği olan bilgi donanımından yoksun. Okumuyorlar, okusalar da tek taraflı okuyarak diğer tarafa sağır kalıyorlar. Böylelikle kendilerini koşullandırıyorlar. Koşullandırılmış bireyler isteyenler, kendileri de koşullanmış oldukları için çocukların erken yaşta din eğitiminden geçmesini istiyorlar.
- İtirazım koşullanmanın iyi bir şey olmadığı, dogmatik düşüncelerle donatılmış bireyin günümüzün insan tipini karşılamadığı çağa ayak uyduramayacağı.
Madem 15 Temmuz için milat diyorsunuz; bu sorunsalı yok sayarak, gizli gizli kuran kurslar, gerici vakıflar açarak geleceği karartıp sorunun üstünü örtemezsiniz.
Ana fikir, yanlış değerler üzerine kurulmuş kültürel birikim var, “Din elden gidiyor” yaygarası ülkemizde hep olmuş. Bu yanlışlıklar yeni nesillere aktarılmaya bütün hızıyla devam ediyor. Ama bilimsel dünyanın bir gerçeği var; ‘’Bir problemden kaçmanın en iyi yolu o problemi çözmektir” kabul edilen bir yanlışlık kazanılmış bir zaferdir.
anlamak.org