Karşı Devrime bir kala
Kant’ın, insanın kendi kusuru nedeniyle düşmüş olduğu reşit olmama durumundan kurtulup aklını kullanmaya başlaması olarak tanımladığı Aydınlanma, 18. yüzyılın başında Avrupa’da kullanılan bir kavramdır. Bu çağın ana ilkesi, aklı insan hayatına hâkim kılmak ve kilise doğmalarını yıkmaktı.
Demek istediğim 21. Yüzyül AKP’sinde halen akıl zincire vurulmuş, düşünce köle olmuş, bilgi ise hiç ilerlememiş. Düşünme özgürlüğünün bir anlam taşıyabilmesi için, insanların düşündüğünü söylemesi demokrasinin bir anlam taşıyabilmesi için, ülkede hukukun, yasaların, anayasanın işlemesi gerekir.
Bir proje partisi olarak devreye sokulan AKP 14 yıllık iktidarında topluma karşı olan savaşında faşizmin yukardan aşağıya kitle tabanı oluşturmasını başardı. HDP’nin barajı aşmasını demokrasi açısından ‘’dağda silah tutacağına düz ovada siyaset yapsın’’ anlayışı son dokunulurluk hamlesiyle, size düz ova siyasetini, mecliste düşüncelerinizi söyleme hakkını da yasaklıyoruz dedi. Bu hareketle AKP hedefini AB değil bir ortadoğu ülkesi olma babında netleştirirken, meclisteki iki partiyi de kendine koltuk değneği yaptı.
MHP denilen bir parti için bir şeyler yazmayı anlamsız ve zaman kaybı olarak görüyorum. Kurulduğu günden beri ırkçılık, ayrımcılık ve kandan beslenen, 21 yüzyıl dünyasının çöpe attığı, zalimlerin en son sığınağı olan ‘’Milliyetçilik’ denilen bir kelimeden başka bir fikir üretemeyen parti. Tabii ki lider ‘’führer’’ de önemli. Okuduğu dönemde sınıf arkadaşlarının bile okulda görmediği ama doktor unvanı olan Devlet Bahçeli 1971-1987 yılları arasında Ankara İktisadi ve Ticari İlimler akademisinde yardımcı doçent bile olamaz, çünkü okumaz. MHP başkanı olduğu 1997 yılından beri Bahçeli’nin zahmet edip bütün konuşmalarını dinleseniz tek bir cümleyle ifade edersiniz.
Toplumda aldatıcı ve oyalayıcı işlevini hiç kaybetmeyen, ne yapacağı bilinmeyen her dönemin en değişken kitlesi sosyal demokratlar. Ülkemizde, geniş kitlelerin aman sağ güçlenmesin diye oy verdiği ama hiç bir dönemde sol olamayan parti. CHP için en son söyleyeceğimi, en başta söyleyim, sanırım Kılıçdarağlu dokunulmazlıklar konusunda politik hayatının en büyük hatasını yaptı. Nasıl ki farenin olmadığı yerde kedinin işlevi azalıyorsa, faşizan oligarşik uygulamaların hüküm sürdüğü bir yerde “sosyal demokrasi” diye bir alternatif de olamaz.
Ülkede rezilliğin diz boyu olması, yapanlar ve yapılanlar tarafından kabul gören bir gerçek. Avrupa, ABD dünya medyası günde en az üç kere internet sayfalarında manşet değiştiriyorlar. Türkiye’nin bir RTE diktatörlüğüne gidişine vurgu yapılıyor.
Burada düşünülmesi gereken, Hitler ve Mussolini de olduğu gibi bu tehlikeli gidişin kitle tabanı Türkiye’de var. Acaba Frankfurt okulu filizoflarından, Wilhelm Reich misali ‘’Kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar.’’ mı?
Etienne de La Boetie’ nin temel eseri ‘’Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” de olduğu gibi kitleler zorla köleleştirilmedi; tam tersine köleliği seve seve mi kabullendiler?
Bir ihtimalimiz daha var, hepimizin bildiği din ve inanç sorgulanmamalıdır; dinin tek şartı ona şüpheye düşmeden inanmaktır. RTE de dini siyasallaştıran bir lider olduğuna göre ona da sorgulamadan inanılmalı mı?
Gönüllü Kulluğun ilk günahı Yozlaşma
Sosyoloji okumalarında Frankfurt okulunu incelerken ilginç bir tema geçer. Hitler faşizmi sonrası okulları kapatılan bütün Frankfurt’çular soluğu Amerika’da alır ve çalışmalarına orada devam ederler. Hitler sonrası tekrar Almanya’ya davet edildiklerinde 6 milyona yakın vatandaşlarının sabun olduğunun farkındalar. Buna rağmen halen Wilhelm Reich, asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir. Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı kitabında, Hitler dönemi için ”Kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar.” derken işin psikolojik boyutları, kitlelerin arzularına denk düşen söylemler ve Nazi Partisine verilen %44 oyu sorgular.
Modernizemin özne kavrayışını sorun sallaştıran, özneyi, etkisine dışsal özgür bir nedenden ziyade güç ilişkilerinin içkin bir etkisi olarak anlayan yeni bir düşünce ufku şekillendirilir. Özne artık ancak etkisinden tanınabilecek bir güç bileşimi olarak düşünülebilirdi. Özne etkisinde, etkinlik kadar edilginlik de, özgürlük kadar kölelik de üretebilirdi.
Sanki bu tür olgular günümüzde olmuyor. AKP’nin desteklenmesine öncülük eden entelektüel-aydın/akademikerlerin, “Yetmez Ama Evet” dönemini yaşadık. Ariane Bonzon tarafından kullanılan “kullanışlı aptallar” ifadesi, sanki her dönem için geçerliliğini koruyor gibi geliyor.
Hegel’in felsefesinde anahtar öğelerden biri, güçlerin denk olmadığı durumlarda her ilişki sonunda bir ‘efendi-köle’ ilişkisi haline dönüşür ve böyle bir ilişkide yalnızca ‘köle’ değil ‘efendi’ de tutsak olur. Burada güçlü kendi gücünün yarattığı rolün tutsağı olur ona göre davranmak zorunda kalır. Öyle bir an gelir ki artık efendinin yüzü giydiği maskenin şeklini alır, kendisi olmaktan çıkar kendini kaybeder. Aynı şekilde köle, korkması için her şeyin hazır olduğu bir bilincin köleleşmemesi olanağı yoktur. İşte bu konumu Hegel ‘’Efendi-köle / ya da Egemenlik-esirlik diyalektiği’’ olarak adlandırır. Daha anlaşılır bir şekilde söylersek “benim seni istememi istemeni istiyorum”. Efendi üstündür ve kölesini her konum ve şartlar altında yönetmek istemektedir. Köle de varlığı açısından efendiye muhtaç olduğu için, buna uymak zorundadır. ‘’Efendi, özü kendi için olmak olan bağımsız bilinçtir. Köle, özü öteki için yaşamak olan bağımlı bilinçtir.” (Tinin Fenomenolojisi – Hegel)
16. yüzyılda yaşamış Fransız La Boetie’nin temel eseri olan ‘’Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” de La Boetie siyasal iktidar ve devlet olgusunun özünü, meşruiyetini sorgular devlet egemenliğinin niteliğini ve kendisini nasıl yeniden ürettiğini inceler. Söylev’ in ana konusu, insanların niye siyasal iktidara itaat etmeyi sürdürdükleri ve boyun eğmeyi arzuladıklarıdır, çünkü insanın doğasında boyun eğme eğilimi yoktur. Kulluk istenci, arzusu siyasal iktidarlarla gelen bir olgudur. İnsanın doğal olan özgürlüğünü yitirmesi, devletle bütünleşmiş olan siyasal iktidarın ortaya çıkmasıyla başlar. İnsan, siyasal iktidarın buyruğu altına girdiği andan itibaren özgürlüğünü yitirir. İşte burada La Boetie “ilk günah” dediği siyasal iktidarın nasıl ortaya çıktığı, nasıl kurulduğuna değinse de insanların kulluğu köleliği hala neden sürdürdükleri, niçin isyan etmediklerine değinir.
Zamanla siyasal iktidarın buyruğu altında yaşamaya başlayan insanın doğası yozlaşır, bir zaman sonra kulluğunu benimser ve hatta arzulamaya başlar. Siyaset ya da siyasal alan insanı köleleştirmiştir. Artık özgürlüğe özlem duymamaktan öte, özgürlüğü aklına bile getirmez. Bu durumda iktidar altında kalan insanın ikinci doğası oluşur. Birinden diğerine geçiş ‘’yozlaşma’’ ile olur. Böylece yönetime boyun eğme birinci doğaya uymazken, ikinci insan doğasına uygundur. Hatta bu durumda bile insanın halen özgür olduğunu söyleyen La Boetie ‘’bu kez karşımızda yozlaşmayı ve kulluğu seçmiş bir insan vardır.’’ En despot olanları da dâhil olmak üzere, eğer bir yönetim sürekliliğini sağlıyorsa, zaten kitle desteğini almıştır. İşte iktidarın özü de bu olduğu için La Boetie yönetim biçimleri arasında bir ayrım yoktur, siyasal iktidarın olduğu hiç bir yerde özgürlük olamaz der.
Allah’a kulluk edemeyenler başkalarına kulluk ederler
Aydınlanma dönemi insanlığa kazandırmak istediği iki önemli nokta; birincisi aklı dinsel ideolojinin köleliğinden kurtarmak, ikincisi ise aklı iktidar olma güç kullanma ideolojisinden kurtarmak idi. Türkiye her iki köleliğe de boyun eğdi. Din ve inanç konusunu sorgulamak isteyenler genellikle tehlikeli hatta canlarına mal olacak şeylerle karşılaştı. Peki, tehlikeli olan dinin kendisi mi yoksa insanların o din uğruna savaşmaları mıdır?
Bir Müslümana “neden Müslüman oldun” denildiğinde o bunu kendi özgür iradesi ile yaptığını söyleyecektir. Oysa her Müslüman ailenin çocuğu %99 zaten Müslüman doğar. Çünkü din bilinçdışı bir tercihtir ve kişinin bunu anlaması oldukça zordur. Çocuğa verilen dil, din ne ise, o dil ve din çocukta öyle yapılanacaktır. İnsanlar burada kendilerinin özgür olduğunu düşünürler, çünkü kendi seçimlerinin ve arzularının farkındadırlar, ama kendilerini bunları seçmeye ve arzulamaya iten nedenlerden bihaberdirler. İnsan doğasını tehlikeye attığı zaman, öz bilinç kazanır. İnsan varoluşu, kendini kabul ettirme isteğidir.
AKP bu kulluk sürecinde nerede yer alıp toplumda nasıl bir rol oynadı. Öncelikle AK Partiye yakın duran aydınlar, AKP’nin seçmeni, yazarlar, gazeteciler, siyasetçiler ve inancını Tanrı ile arasında yaşayan dindarlar bu süreçte büyük yara aldılar. Çünkü AKP üzerinde hiçbir zaman örtemeyeceği bir Ensar Vakfı lekesi, hukuk ihlalleri lekesi, Kabataş-Gezi lekesi, 17-25 Aralık lekesi, dört bakanın yolsuzluk lekesi, despotluk lekesi var. Hiçbir dönemde din bu kadar sıradanlaştırılmadı. Din adına yalan, dolan sahtekârlık meşrulaştırıldı. ”AKP dönemi bu ülkede dinin en çok rencide edildiği, ayaklar altına alındığı bir dönem oldu.’’
Demokrasi olmasa da olur yeter ki Erdoğan olsun
Bu satırları yazarken AKP kongresi sona erdi, Ahmet gitti Yıldırım geldi, dinlediğim TV kanalı haberi Tarihin en hızlı kongresinde en hızlı seçilen başkanı olarak verdi. Konuşmalar, fotoğraflar, maketler, müzikler sadece ve sadece Tayyip idi. Bekir Bozdağ’ın ilginç tanıtım konuşması bu parti ‘’Tayyip’in partisi’’ artık biz yok sadece Tayyip var. Zaten başkanlıkla birlikte hanedan da devreye girecektir.
Yabancı bir izleyici kesinlikle yanılgıya düşer RTE’ nin tekrar bir yerlere seçildiğini zanneder. Yabancıların yanılmaması için seçilen şahıs kürsüye geldi, Binali Yıldırım AKP’nin ve TC’nin yeni uzaktan kumandalı Başbakanı. Sözlerime alınmasın konuşması beni haklı çıkardı. ‘’Sevdanız sevdamız, davanız davamız, yolunuz yolumuz, kader arkadaşım, yol arkadaşım, dava arkadaşım Recep Tayyip Erdoğan.’’ Beraber yürüdük biz bu yollarda şarkısı başlıyor ve şarkı sonrası üç kere salona gür bir sesle soruluyor ‘’Başkanlık sistemine hazır mısınız?’’
Tam heyecanın dorukta olduğu bir zamanda, RTE’ nin mesajı okundu. ‘’Cumhurbaşkanı seçilmekle AKP ile olan hukuksal bağımlılığım son buldu ama gönül bağımın halen devam ettiği’’ sözlerini duymam yetti. Bu ne yaman çelişki, bu ne büyük ve belgeli yalan dedim, hukuksal bağımlılığınız bitti de bu olanlar, yaşananlar neyin nesiydi?
Bu sorunsalları yaşamak bana Emil Michel Cioran’ın Çürümenin Kitabı’nı yeniden elime alma arzusu uyandırdı. ‘’Bütün cinayetlerin sorumluluğu tapma gücündedir. Bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır.’’
Öncelikli amacımız ciddi bir durum tespiti yaparak olanları anlamaya çalışmak ve çözüm üretmektir.
anlamak.org