Milli İrade Nasıl Oluşuyor
Milli İrade Nasıl Oluşuyor I
“Halk ne kadar cahilse kandırmak o kadar kolaydır” Platon
Biz bu ülkede 16 milyon 500 bin seçmenin oyunu aldık. Olay AK Parti’ye yönelik atılmış bir adım değil, milli iradeye yönelik bir adımdır“. Bu sözler Başbakan Erdoğan’ın AKP’ye kapatma davası sonrası her konuşmasında tekrarladığı sözlerdir. Görünüşte hiç de haksız değil. Bu sözler bir sonuçtur. Gelinen durumu anlatıyor. Bilimde sonuçlar değil, nedenler önemlidir. Nedenler anlaşılmadan, sonuçlarla savaşabilmek olanaksızdır. Başbakan’ın milli irade dediği olay bir ülkede nasıl oluşuyor? Bu iradenin altında yatan asıl güçler nelerdir biraz onlara kafa yoralım istedim. Şunu da peşinen söylemek istiyorum, bu iradenin oluşumunda AKP tek suçlu değildir. Bütün düzen partileri, devletin sahipleri en az AKP kadar suçludur.
İnsanoğlunun dünyada ilk tanıştığı doğa kanunları olmuştur. Davranışlarını kendi isteklerine göre değil, doğa kanunlarına göre belirlemişlerdir. Darwin’in de söylediği gibi doğaya en hızlı uyum sağlayan türler hayatta kalmış. Ekvatorun +60 ve de kutupların -60 derecelik sıcaklıklarına aynı insan türü çok çabuk alışabilmiş. Aynı uyum yeteneği sosyal ekonomik ve siyasi alanlarda da olmuştur.
İsviçre’de ilkokul, ortaokul, lise çocukları okula, yırtık pantolonla, eşofmanla, rengârenk giysilerle, kısa pantolonla, açık saçık, pijamaya benzer giysilerle, saçlarını istedikleri gibi şekillendirerek boyayarak, içlerine giydiklerini göstererek ve türbanla da okula gidiyorlar. İnsanların varlığını belirleyen şey, onların bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Bir ülkede üretim ilişkileri coğrafyaya göre değil o ülkenin sınıf temellerine göre şekil alır. Üretim ilişkileri farklı bir toplum türü ve bu nedenle de farklı bir “insan doğası” yaratır. Eğer insanların içinde yaşadıkları toplum değişirse, bilinçleri de değişir. İsviçre toplumuna olağan gelen bir davranış biçimi, Türk toplumuna anormal gelmesinin nedeni, bireyin hangi toplum bağrında, hangi koşullarda dünyaya geldiğine bağlıdır. Hatta bu farklılık aynı ülkede Doğubayazıt’ta yetişen bir çocukla İstanbul’un lüks bir semtinde yetişen çocuk arasında da görülür. Zürih’te doğmuş bir Türk kızı aile baskısı ile kafayı bağlıyor ama göbeğini açık tutmayı ihmal etmiyor. Evden türban ve uzun giysileri ile çıkıyor ama disko tuvaletinde gerekli değişimleri yapıyor.
İnsan, içinde yaşadığı dünyaya iki biçimde uyum sağlar: Biyolojik uyum ve kültürel uyum. Kültürel uyum, biyolojik uyumun aksine vücudun dışında gerçekleşir. Kültür, doğarken beraberimizde getirdiğimiz genetik bir miras değildir; öğrenme yolu ile kazanılır. Bir başka biçimde söyleyecek olursak, kültürle doğmayız, ama kültürel bir ortamda dünyaya geliriz ve bu ortamın kültürel değerleri doğrultusunda, o ortamın koşullarına göre yetişiriz. Eskimo çocuğu iseniz, kutup iklimine, Afrika çocuğu iseniz sıcak iklimin belirlediği şartlara uyum sağlarsınız. Hangi dini kökene sahip aileden gelirseniz, o ailenin inançlarını alır, hangi kültüre kulak kesiliyorsanız onların borazanını öttürür diğer kültürlere sağır kalırsınız.
Bütün insanlardaki ortak özellik akıl olarak tarif edilir. En basit insan davranışları bile bir parça düşünmeyi gerektirir. Bu sadece insanlar için değil hayvanlar için de doğrudur, bir fare için kedinin pusuya yatması gibi. Ama bu ortak özellik olan akıl, Hegel misali akıl dışı da olabiliyor. Aynı akıl, aynı insan kendi elleriyle bir put yapıyor ve onun önünde yere kapanıyor. Ama tapmakla arzu ettiği sonuç gelmezse, şiddet yoluyla puta lanet okuyor ve onu kırıyor parçalıyor. Aynı insan, aynı akıl, aynı toplumsal irade halen Hindistan’da ineğe tapabiliyor. Evrende, Dünya’dan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi diye, Roma halkı meydanda toplanıp filozof Giordano Bruno’yu kazığa bağlayarak diri diri yakabiliyor. Aynı akıl, aynı toplumsal irade Sivas’ta insanları yakmak için toplanabiliyor, Trabzon’da bir kişiyi parçalamak için koşuşturabiliyor.
Uzmanlar, normal insanların mevcut beyin kapasitelerinin çok azını, bazı uzmanlar ancak %1 kadarını kullanabildiğini söylemektedirler. Bu durumu beynin kapasite eksikliğinden değil, onu nasıl kullanacağımızı bilmeyişimizden kaynaklanıyor diyorlar. Peki, kalan % 99 ne oluyor? Burada anlatmak istediğimi, Hrant Dink’in eşi cenaze konuşmasında yanıtladı. Bir bebekten nasıl katil yaratıyorsunuz? Yaratırsınız. Bir ülkenin geleceği olan gençlerin kalan yüzde 99 beynine Vatan, bayrak, namus, milliyetçilik, din” kodlarını tek bir tuşla yükleyerek ortaya salarsanız, hhepsi de katil olmaya aday birer bebeklerdir. Bu Türkiye’de nasıl yapılıyor? Devam edecek
Milli İrade Nasıl Oluşuyor II
Herkes aynı şeyi düşünüyorsa, hiç kimse fazla bir şey düşünmüyor demektir W. Lipmann
İki yanlışı toplarsanız bir doğru yapmaz. 2+2=4 neticesi coğrafya ve sınırlara göre değişmez. İnsanın öyle davranışları vardır ki bir parça düşünmez. Siz hangi takımı tutarsınız? Ben Fenerbahçeli idim. Hiç düşündünüz mü, bu takım tutmanın yapısal nedeni, dayanağı mantığı nedir? Oynayanlar, saha, idareci, başkan, neticeler vs. hepsi değişiyor, sabit kalanlar sadece takım tutanlar. Burada beyin kirada, akıl tutulmuş, taraf oluyoruz. Neden taraf oluyoruz? Çünkü taraf olmak düşünmeyi, aklı kullanmayı, nesnel bilgiler arasında mukayese yapmayı, iki satır okumayı gerektirmiyor. Taraf olmak zahmetsiz. Siz bir çocuğa, bir sınıfa, bir halka, bir ülkeye kanıtlanmamış olayları anlatırsanız onlarda bu doğmaları gerçekten varmış gibi algılayıp hayatlarını bu yönde sürdürürler. Bir yanlışı savunanların sayısının milyonlar olması o fikrin doğruluğunun ispatı değildir.
Bakınız Evrende, Dünya’dan başka birçok gezegenin olduğunu söyleyen bir kişi, olmadığını söyleyen binlerce ve adamı diri diri yakıyorlar. Peki, bu birle, binlerin farkı ne idi? Birisi bilime, binlerce de kiliseye inanıyordu. Çünkü Kilise bir kere evren düz demişti. Aksini savunursan dünya dönmüş olacak, kilise yalancı çıkacak. Burada düşünenler için şöyle bir soru akla geliyor. Bilimle, inanç arasındaki ilişki nedir. Bilimde gözlem var, deney var, hipotez var, teori var, kuram var, şüphe var, en önemlisi ispat var. Bilim adamı onun için haklı. Bilimcilerin eskiden olduğu gibi bugün de kazığa bağlanıp yakılmamalarının tek nedeni, sonunda hep haklı çıkmalarıdır. İnanmak ise adı üzerinde, inanıyorum diyorsun. İnsan bilmediğine inanır. İnanç bilimin bütün öğelerinin reddi üzerine oturur. Deney, hipotez yapamazsınız. Şüpheye düşüp tartışamazsınız. Öyle Türkiye’de ya da Dünya’da yobazların iddia ettiği gibi bilimle, inanç arasında uzaktan yakından bir benzerlik yoktur. Ayrı kaynaklardan beslenirler.
Eğer siz Türkiye’de inançları, bilimin önüne getirerek ona öncelik tanıyorsanız, o toplumun milli iradesi hurafeler üzerine kurulmuş bir iradedir. Çağ hızla değişiyor, çağla birlikte şartlar da hızla değişiyor. Yüz yıl, bin yıla ait şartlarla bugün ve gelecek belirlemeye kalkarsınız, ilim yuvalarında türban tartışırsınız. Bu da bir ülkenin gelmiş olduğu seviyeyi göstermeye yeterlidir.
Peki, T.C kurulduğundan beri ülkemizde neler yapılmış. Bizde gerçek bir anlamda hiçbir zaman, aydınlanma, çağdaşlaşma yaşanmamış, kültür devrimi olmamıştır. T.C Devleti, asker ve sivil bürokrasinin devleti olmuş, aydınlanmayı, modernleşmeyi sadece kendi aralarında yaşamış. Devlet, vatan kutsal sayılırken, insanın hiç bir kıymeti olmamış. İnsan kıymeti olmayan yerde dolayısıyla hukuk, adalet de olmamış. İşkenceler, öldürmeler, aydınlara zulüm korkutma yıldırma her dönem iktidarların başvurduğu tek yöntem olmuştur.
Her egemen düzen, kendi kültürünü dayatılmış eder, cahil bir toplum, egemenler açısından “tehlikesiz” bir toplumdur misali, her gelen hükümet din üzerinden politika yapmış, avcının avını nasıl yakaladığını anlatan tarih okullarda okutulmuş. Bütün bir eğitimini Türkiye’de alan biri olarak, düşündüğümde, daha ilkokula giderken ilk öğrendiğim bilgilerden biri Yunanlıların can düşmanımız olduğu idi. Ortaokula geldim ötekileri, Alevileri duydum, hiç tanımadığım Ermenilere düşman oldum. Liseli yıllarımda bölücü Kürtler ortaya çıktı. Üniversite derken benim 16 yıllık T.C eğitimim bitmiş ve her tarafım düşman dolmuştu. En acısı bugün geriye dönüp baktığımda bu okullarda 16 yılım boşa geçmişti. Resmi ideoloji ve okullardaki öğretisi beni bir paranoyak yapmıştı. Düşman korkusuyla uyuyor, bölündük laflarıyla uyanıyordum. Bugün İsviçre’den Türkiye haberlerini izliyorum. Düşman daha da çoğalmış, 35 yıldır söylenen bölücülük türküsü daha da gür sesle koro halinde söyleniyor. Yanılıyorsam kanal değiştirin, Birandlar, Kırcalar, Dündarlar, Barlaslar ve niceleri savaşı, insanların nasıl öldürüldüğünü futbol maçı anlatır gibi keyifle anlatıyorlar. Devlet ve sahipleri bugünün gerici güçlerinden şikâyet ediyor, parti kapatma işaretlerini veriyor. Ama yine aynı Devlet iki darbede Dünya’da eşi görülmemiş bir aydın kıyımı yaparken, bugünün karanlık güçlerinin oluşumunda ne gibi roller oynadıklarını masaya yatırma, kirli geçmişle yüzleşme cesaretini gösteremiyorlar.
Bilimsel ve tarihsel gerçeği tahrif eden her “sorun” tanımı, aynı zamanda Çözümü de tahrif eder. Bizde bırakın sorunları çözmeyi, sorunun tarifi bile yaptırılmamış. Şablonlar yaratılmış. Düşünmenin sınırları devletin sahipleri tarafından çizilmiş. Şablonların dışına çıkan yazar, düşünür aydınlar hain benzetmesine maruz kalmış, sorgu ve cezalarla sindirilmeye çalışılmış. Düşünmeyen bir toplum devlet eliyle yaratılmış. Böylece düşünmeyen kitleler hazır düşünülmüşü, şablonları kabullenmiş ve buradan millet iradesi oluşmuş. Bir tarafta teknoloji ve bilim varken, topluma korkunç bir gericilik, yozlaşma, mezhepsel sapkınlıklar ve cehalet dayatılıyor, insanlar insan olmaktan çıkartılıp düşünemez bir meta haline getiriliyor. Sonra da bunun adı milli irade oluyor ve bu iradeden medet umuluyor.
İsviçre’de çocuklar yırtık pantolonla, türbanla okula gidiyor derken, ben Avrupa’da kültür devrimi, aydınlanma yaşanmış demek istedim. Burada politikacılar kilisenin isteklerine göre eşlerini giyindirip, gericiliğin öncülüğünü yapmıyor. Bürokraside üst makamlara gelmenin yolu, eşinin kafasını bağlamayı gerektirmiyor. Burada politikacıların kafasında, ortaçağ karanlığına geri dönüş tehlikesi taşıyan düşünceler yok. Burada bilinmeyenler ulemaya, kiliseye değil, bilime soruluyor. Burada insanlar akıllarını doğa dışı bilinmeyen güçlerin hizmetine vermiyorlar. Burada devlet cehalet ektiği yerlerden bilim, düşünce, kültür devşirmeye kalkmıyor. Burada çocuk türbanla da okula gider, çünkü burada geriye dönüş tehlikesi yok. Burada her şey çok iyi gidiyor demiyorum, ama burası 21. yüzyılda artık kilisenin düşüncelerini ilmin önüne getirmiyor.
Kapasite mutlaka içeriği sınırlar. İnsanın zekâ kapasitesi, beyin potansiyeli sabit değildir. Yeter ki insanlara bu potansiyeli kullanma izni verilsin. Türkiye’de okullar gençlere düşünmeyi değil ezberi, taraf olmayı öğretiyor. Zekâ ve beyin kapasitelerini kullanmayı değil, o kapasiteyi hurafelerle doldurarak gelişmeye kilit vuruyor. Türkiye’de partiler politikacılar irade değil, taraftar arıyor. Sistem ve onun bekçileri kendi sürekliliklerini sağlayabilmek için halkı bilinçli olarak koyunlaştırıyor. Neticede koyunlara çobanlarını bulmak ve onlara itaat etmek kalıyor.
anlamak.org