Anlamak Aşmaktır

Bilim İtaatsiz Olana İhtiyaç Duyar

Home » Nasıl çürütülüyoruz

Nasıl çürütülüyoruz

Ben bu başlığı atarken kendi kendime gülmeye başladım. Ama eşim görmedi kesinlikle bir şeyler yakıştırırdı. Aslında Türkiye’den tatilden dönen bir arkadaşımın sözleri aklıma geldi. Sizin dilinizde ne kadar çok (ü) var dedi. Bende nereden anladın deyince, gördüğüm bütün tabelaların başlığı neyse sonu hep müdürlüğü diye bitiyor.

Neyse konumuz bu değil ama en azından (ü) ler sayesinde yazıya giriş yapabildim. Sevdiğim bir ağabeyin evinde akşam yemeği yerken evdeki Asyalı bayan resimleri gözüme çarptı. Bu merakın nerden geldiğini sorunca anlatmaya başladı. Yaşanmış olaylar çok ilginçti. Bu ağabey Ankara’da askerlik yaparken Kore Savaşı patlak veriyor. Kore’ye gidecek birlik için asker seçiliyor. Kendisi muhabereci olduğu için savaşa aktif katılmıyor ama Amerikalı askerlerle aynı binada haberleşmeyi sağlıyor. Savaş bitimi dönüşte vedalaşma başladığında, arkadaşına sağ salim dönüyorum ama işsizim diyor. O da adres veriyor askerlik bitince Amerika’ya gel yardımcı olurum diyor. Bu sözleri unutmayan ağabey Amerika için yola çıkıyor ilk durak Zürih oluyor, burası bir cennet diyor ve Amerika’ya gitmekten vazgeçiyor.

Peki, ağabey siz Kore’ye ne için gittiniz diye sorduğumda beni şaşırtan yanıt geliyor. Ah bir bilebilsem diyor ve ekliyor ama bize hep Kore yolun ’da anlatılanlar, ulusal menfaatlerimiz için. Değerli okuyucularımız düşünebiliyor musunuz? İsviçre’de çalışacak burjuvazi için üretecek bunları zengin yapacaksınız. Sahip olamadığınız, istifa edemediğiniz bu zenginlikleri Kore’ye gidip yine burjuvazi için silahla koruyacaksınız. En kötüsü de egemen sınıflar arasında savaş çıktığında savaş meydanlarında kendi sınıfın için değil, dünyayı paylaşamayan egemenlerin çıkarları için öleceksin yaralanacaksın, yoksul kalacaksın ama bu gerçeğin farkına varmaksızın yaşamınıza devam edeceksiniz.

Bu nasıl oluyor, çürümenin kaynağı nerede? Hani Karl Marx demişti, ‘Toplumda egemen olan fikirler egemen sınıfın fikirleridir.’ Aynen öyle oluyor ve egemen sınıflar bizi aynı tornadan çıkmış bir kalem gibi kendi istedikleri şekilde eğitiyorlar. Açlıktan sürünürken dahi kaderimizi değiştirici adımlar atamıyoruz. Ömrümüz boyunca satacak bir postumuz olmazken, küçük bir azınlığın hiç çalışmadıkları halde devamlı artan servetlerinin bekçiliğini yapıyoruz.

Yozlaşmak, gerçekleri saptırmak daha ilkokulda başlıyor. Bilim aslında bilinmeyenleri bilinir kılma çabasıdır. Bize ihtiyaçlarımızı karşılayacak bilgilerden çok, öbür dünya için yatırım yapmamız, açlık sınırında yaşamamıza da şükretmemiz salık veriliyor.

Aslında, kapitalizmin din olgusunu, şöyle veya böyle, tarihinin her aşamasında kullandığı dikkate alındığında, bugünkü durumun geçmişe göre nitelik farkı değil, derece farkı oluşturduğu da anlaşılabilir.

Kapitalist eğitim burjuvazinin toplum üzerindeki egemenliğini sürdürebilmesinin bir aracıdır. Eğitim kurumları burjuva ideolojisinin üretildiği ve yayıldığı ve sermayenin hizmetine sunulmak üzere nitelikli işgücünün yetiştirildiği yerlerdir. Bu durum kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana böyledir ve bu niteliği gittikçe artmaktadır.

Gerçek bir kişilik sahibi olamayıp, milyonlar arasına karışan bireyler için yaşamsal amaçta da bir yalpalama söz konusu olur. Kendisi dışındaki her şeyin etkisine açık süren bir yaşam, herkes tarafından kullanılmaya açık olur. Bağrında topladığı kültür parçaları bir bütün oluşturmaz; ne kendisi ne de başkası olur. Kendine ait temel değerleri olmayacağı için bir hiçlik ortamında yaşar. Benliğini, iç dünyasını düşünceleriyle buluşturamamış, kendine ihanet etmiştir. Kendine ihanet edenin ihanet etmeyeceği hiçbir değer yoktur.

Kişilik taşlarının çarpık dizilmesinde sistemin doğrudan rolü vardır. Bilinir ki, tatminsizliğin örsünde dövülmüş bencillikle, birbirinin altındaki sandalyeye saldıran insanlar; başkasını ayakta bırakmanın sonuçlarını değil, oturabilecek olmanın rahatlığını düşünür. Başkasının huzursuzluğu üzerine bina edilmiş bir huzur; huzur değildir. Kapitalizm, insanları bencilliğe yöneltirken, bireyle toplum arasındaki mesafeyi açar ve bireyi, tek başına ulaşılması olanaksız bir değere; özgürlüğe yabancılaştırır.

Dünyayı bir ağ gibi saran kapitalizm insanın beynini de ağ gibi sarmış durumda. Gündelik yaşamımızda dahi insanlığın nasıl çürüyerek yok oluşa doğru sürüklenmekte olduğunu görebilmek mümkün. Okul sıralarından fabrika tezgâhlarına kadar her yerde, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde bu gerçek kendini açığa vuruyor. Çürümenin kaynağı ise bu fabrikaların ve okulların mülkiyetine sahip olanlar yani kapitalistler. Kendileri rahat bir yaşam sürerken fabrikalardaki ve sokaklardaki insanlar yaşamdan hiçbir beklentileri olmaksızın, yaşamı bir ömür törpüsü gibi algılayarak, insana özgü olan düşünme, algılayabilme ve değiştirmek için harekete geçme iradesini gösterebilme yetenekleri köreltilmiş, bu anlamıyla hayvandan hiç de farklı olmayan bir şekilde gündelik yaşamlarını sürdürmeye mahkûm edilmiş durumdalar. Mutluluk bu dünyada değil de, yaşamda çekilen tüm sıkıntıların ödülü olarak ölümden sonra tadılabilecek bir şeydir kimileri için. Ne de olsa kendi varlıklarının anlamı çalışmak ve burjuvalara zenginlik üretmektir. Çalışmadıkları zaman yaşamaya da hakları kalmıyor.

İşçilerin ürettikleri değerlere pervasızca el koyan kapitalist sınıf, dünya kendisinin malıymışçasına davranarak işçilerin yaşamlarına da nüfuz ediyor. Kendi çıkarlarını toplumun çıkarıymış gibi göstererek kendi sınıfsal mevcudiyetini sonsuz kılmak için sınıfsal düşmanı olan işçi sınıfını ulusal, dinsel, mezhepsel, tuttukları futbol takımları, doğdukları şehirler vb. temelinde parça parça ediyor. Böylece her bir parçayı kendisine bağlı kılabiliyor: “parçala ve yönet!”

Sınıf bilincinden yoksun bir işçi için yaşamın anlamı, tuttuğu takımın en büyük rakibini yenmesi veya şampiyon olmasından ibaret olabiliyor. İşyerinde uğradıkları haksızlıklar karşısında mücadele etme cesaretini gösteremezken, futbol maçını izlerken çok farklı bir kimliğe bürünebilir, bir anda karşı takımın taraftarıyla ölümüne kavga edebilir, stadyum dışında polisle bile çatışabilir. Olur ya tuttukları takım maçı kazanmıştır, işte o zaman dünyanın en mutlu insanlarını karşınızda görmeniz mümkün olur. Nasıl ki küçük bir çocuğun eline şekeri tutuşturduğunuzda büyük bir mutluluk duyuyorsa, takımı maçı kazanmış olan emekçi ya da işsiz, bütün sıkıntılarını unutarak bilinçsizce, kendinden geçmişçesine sevinir. Söz konusu olan “milli” takım maçıysa sevinci daha da katlanır. Kendi milletinin takımının başka milletin takımını yenmesinden dolayı büyük bir “onur” duymaktadır o vakit. Ama ya kaybettiğinde? Bu defa, tıpkı son İsviçre maçının sonrasında gördüğümüz gibi “ulusal” onuru incinir ve acısını diğer takımın oyuncularından veya izleyicilerinden çıkarır.

“Vatani” görevlerini yerine getirmek için askere giden gençlerin durumu da bundan çok farklı değil. Onlar da “kendi” devletlerini diğer potansiyel düşman devletlerden, iç ve dış düşmanlardan(!) korumak için askerlik yaptıklarını sanırlar. Üzerinde yaşadıkları devlete vefa borcunu ödemeleri gerektiği vaaz edilmiştir hep. Her türlü ideolojik araçla (eğitim, medya vb.) tüm yabancıların kendisine düşman olduğu öğretilmiştir ona. Bu nedenle küçük bir kayalık yüzünden Yunanistan’la sorun yaşandığında, onun vereceği refleks de aslında egemen sınıfın ideolojisinin kendisine kazandırdığı, kendinin olmayanı koruma refleksidir. Kendi burjuvazisinin “onuru“ nün, yani ulusal onurun, kendi onuru olduğunu düşünür. Bu yüzden bir savaş çıkıp cepheye gittiğinde kendi ulusunun onurunu savunduğunu sanır. Düşünürken ve konuşurken devlet kelimesinin önüne “bizimi eklemeyi öğrenmiştir, sanki onu sefalet koşullarında yaşamaya mahkûm eden kendi patronunun devleti değil de, bir biçimde “kendi vatanının” yeraltı ve yerüstü zenginliklerine göz diken yabancı devletlermiş gibi. İşçi düşmanının içerde değil dışarıda olduğuna inandırılmıştır. Ona bu zokayı yutturan devletin gerçek efendileri yani burjuvalar, ortalığı dumana bulayarak milliyetçilik zehrini işçilere aşılıyorlar.

anlamak.org

Name of author

Name: webmaster

%d blogcu bunu beğendi: